Yıl 1983, yer Windhoek… Saha içinde kimin kazandığını anlamak kolay değildi. Skor tabelasında yazan 4-0, bir tarafın coşkuyla eğlenmesini, bir tarafın da tüm gelecek umutlarını kaybetmiş gibi davranmasını gerektiriyordu. Ne de olsa 16 yaşında, bıyıkları yeni terlemeye başlamış ergenlerdi bunlar ama kimse böyle davranmıyordu. Sanki skor tabelası yanlıştı. Kaybeden tarafın kim olduğunu anlayabilmenin tek yolu, soyunma odasına doğru giden çocuğa bakmaktı. Zayıf ama sağlıksız bir zayıflık değil, gencin yüzünden düşen bin parçaydı. Ağzından çıkan cümleler ise net bir şekilde duyuluyordu: “Bak hâlâ gülüyorlar, 4-0 yenildik ama umurlarında değil.” Onun umurundaydı. Güney Afrika’nın en iyi futbolcusu olduğunu düşünüyordu. Çok hızlıydı. Rakip savunmacıları peşinde koşturuyordu. Ama yenilgiye tahammülü yoktu.
Zor bir çocukluk geçirdi Frankie Fredericks… Küçük yaşta anne ve babası ayrılmıştı. Babası çiftçiydi ve tek çocuğunun üzerine titreyen biri değildi. Bütün yük anne Rieki’nin üzerindeydi. Windhoek’ün dışında Katutura isimli bir gettoda anne-oğul büyük zorluklara göğüs gerdiler. Namibya o zamanlar Güney Afrika’nın bir parçasıydı ve Apartheid rejiminin siyahlara uyguladığı acımasız ayrımcılık, Frankie ve annesini de zorluyordu.
Ama yeteneği ve annesinin fedakârlıklarıyla iyi okullarda okudu Frankie. Futboldan çok sprintte bir yerlere geleceğini herkes fark ediyordu. Takım sporları ona göre değildi. Güney Afrika Gençler Şampiyonası’nda Amerika’dan gelen bir konuk fark etti onu. Patrick Shane, Utah’ta Brigham Young Üniversitesi’nde asistan koçtu. Shane’in sayesinde 1987’de, 20 yaşında Mormonların büyük liderlerinden birinin adını taşıyan okula geçti. Öyle laf olsun diye değil, gerçekten de iyi öğrenciydi. “Okulda bir sınav ile bir antrenman çakıştığında sınavı tercih ediyordum. Okulda başarılı olamazsam yaşamım olmayacaktı” diyordu her zaman. Bilgisayar Bilimi bölümünü dört yılda bitirdi. Ardından işletme yüksek lisansı yaptı. Günümüzde çok iyi icra ettiği spor yöneticiliğinin temellerini attı.
Güney Afrika’nın spor dünyasından yediği ambargo nedeniyle Frankie için uluslararası yarışmalara katılma imkânı yoktu.
Yaz geldiğinde Amerika’daki elit atletler Avrupa’ya giderken, Frankie ülkesine dönüyor ve bir madende yönetici olarak çalışıyordu. 1990 yılında yaşamını değiştiren olay gerçekleşti. Namibya, Güney Afrika’dan bağımsızlığını aldı. Artık herkesin onu tanımasının zamanı gelmişti.
1991’de Amerikan Kolej Şampiyonası’nda 13 yıl aradan sonra hem 100 hem 200 metreyi kazanan ilk adam oldu. Aynı yıl Tokyo’da Dünya Atletizm Şampiyonası vardı. Ülkesini temsil etme onurunu yaşıyordu nihayet. Carl Lewis’in 9.86 ile dünya rekoru kırdığı 100 metrede beşinci oldu, 200 metrede ise gümüş madalya aldı. Artık herkes onu tanıyordu.
1992 Barselona Olimpiyat Oyunları, onun adına bir başka ilkti. Hem 100 hem 200 metrede gümüş madalya kazandı. Ama o kadar farklı bir adamdı ki! 100-200 rekabetlerinin ağır sıklet boksa benzediği bir dönemde düşük profilde kalmak ve belki hepsinden önemlisi, rakiplerinin dahi en sevdiği yarışmacı olmak kolay değildi. Hem de kaybetmemeyi bu kadar seven bir adam olmasına rağmen.
1993’te Stuttgart’ta Dünya Şampiyonası’nda 200 metrede kazandığı altın madalya, onu zirveye çıkardı. 1995 Dünya Şampiyonası’nda 100 metre finalinde sakatlanan Linford Christie’ye uzattığı el, Fredericks’in farklı imajının göstergesiydi. Ve yeni bir olimpiyat gelmişti. Fredericks, bu kez şeytanın bacağını kıracağını düşünüyordu. Atlanta, bir rüyaydı.
ANNESİNİ DEĞİL, ATLETİZMİ SEÇTİ
Yıl 1988, yer Queens, New York… Jamaika Lisesi Atletizm Antrenörü Joe Trupiano büyülenmiş gibi sahada topun peşinde koşan gence bakıyordu. Gencin tekniği umurunda değildi. Avrupalıların ve Güney Amerikalıların futboluna pek de hayranlık beslemiyordu. Ama bu çocukta farklı bir şeyler vardı. Hızlı, çevik ve kararlı bir çocuktu bu. Onunla ilgili bildiği tek şey, o yıl Trinidad ve Tobago’dan geldiğiydi. Antrenman bittiğinde genci yanına çağırdı. Bu çağrı, tarihin en iyi sprinterlerinden birinin doğuşu anlamına geliyordu.
Kısa süre sonra Ato Boldon ile Trupiano’nun ortaklığı sona erdi. Ato’nun annesi, Atlanta’da iş bulmuştu. Genç sporcu ya annesi ile Atlanta’ya gidecek ya da akrabalarının yaşadığı San Jose’ye yerleşecekti. Kanına atletizm işlemiş Ato’nun tercihi atletizm cenneti Kaliforniya oldu. Annesini değil atletizmi seçmişti.
San Jose Community College’da başlayan üniversite kariyeri, 1992 Barselona Olimpiyatı’na katılmasıyla yeni bir yöne girdi. İspanya’da seçmeleri geçemese de UCLA tarafından keşfedildi. UCLA’in atletizm koçu John Smith onun yaşamını değiştirecek adamdı. Doğduğu ülkeyi seçmesi Amerikan atletizm çevrelerini kızdırmıştı biraz ama o artık bambaşka bir noktaya, yani olimpiyat şampiyonluğuna kilitlenmişti. Hedef belliydi.
1995 Dünya Şampiyonası’nda 100 metrede elde ettiği bronz madalya daha fazla tanınmasını sağladı. 9.92 koşmuş bir atlet olarak Atlanta’da altın madalya alması sürpriz olmayacaktı. Kuşkusuz, birincilik kürsüsünün büyük adaylarından biriydi. 200 metrede ise Michael Johnson faktörü vardı. Ama Ato için artık hiçbir şey ulaşılması imkânsız görünmüyordu.
100 metrede 1996 sezonu Boldon ve Dennis Mitchell’ın 9.92’leri ile açıldı. Stockholm’de aynı ikili son Dünya Şampiyonu Donovan Bailey’yi geçti. Bu arada Frankie Fredericks, rüzgâr yardımıyla 9.86 koştu. Kader ağlarını örüyordu. Atlanta’da bir dünya rekoru mu gelecekti?
Çeyrek finallerde Boldon’un derecesi 9.95’ti. Fredericks ondan aşağı kalır mı? 9.93 yaptı. Final günü önce yarı finaller koşuldu. İlk seride Fredericks 9.94 ile birinci oldu. Hatalı çıkışla riske giren Bailey ise 10.00 ile ikinci sırada yer aldı. Diğer yarı finalde ise Boldon 9.93 ile 10.00 koşan Mitchell’ın önündeydi.
Sıra finale geldi. Herkes heyecanla gözlerini piste dikmişti ama yarış sürprizle başladı; son şampiyon Linford Christie hatalı çıkış yaptı. Tüm sporcuların gerginliği yüzlerinden belli oluyordu. Şampiyonluğun bu kadar açık olduğu bir final az bulunurdu. İkinci tabancanın ardından bu kez Boldon hatalı çıkış yaptı. Artık herkes nefesini tutuyordu. En küçük bir hata, şampiyonluğu kaybetmek anlamına geliyordu. Tabanca patladı ve anında bir diğeri onu takip etti. Kameralar son şampiyon Linford Christie’yi işaret ediyordu. İkinci hata diskalifiye demekti. 36 yaşındaki sprinter, bu durumu kabullenmek istemiyordu. Görevlilerle tartıştı, bir itiş kakış yaşandı. Sonunda hakem John Chaplin geldi ve Christie’ye kırmızı kartı gösterdi. O da ayakkabılarını çöp tenekesine atarak soyunma odasının yolunu tuttu.
Dördüncü denemede nihayet yarış başladı. Kanadalı Bailey her zamanki gibi iyi çıkamadı. Mitchell öne fırladı ve hemen ardından Boldon… 60 metrede, Fredericks liderliği aldı. Uzmanların dediği gibi; 100 metrede atak yapan yoktur, yorulup geride kalan vardır. Son 40 metreye beşinci sırada giren Bailey en az yorulandı ve bunu 9.84 ile dünya rekorunu kırarak kanıtladı. Fredericks, her zamanki sükûnetiyle 9.89 koşup gümüş almanın keyfini çıkarıyordu. 9.90 ile bronz alan Boldon ise hayal kırıklığı yaşıyordu.
Michael Johnson’ın hedefi 200-400 metre dublesiydi. 1979’dan beri kırılamayan 200 dünya rekorunu olimpiyat öncesinde 19.66 ile eline geçirmişti. Ama Frankie Fredericks, Oslo’da 19.92 koşarak Johnson’ı geride bırakmıştı. Namibyalı gerçekten de Amerikalı yıldızı geçebileceğini düşünüyordu. Ato Boldon ise 100 metreye göre biraz daha iddiasızdı.
Yarış hatalı çıkış yaşanmadan başladı. Johnson startta tökezlese de 80 metrede öne fırladı ve 110 metreden sonra tutulmaz bir adam haline geldi. Finişi geçtiğinde, derece henüz Bolt’u görmeyen insanlık için inanılmaz bir sonuçtu: 19.32. Fredericks 19.68 ile ikinci olmuştu. Derecesi Mennea’nın 17 yıl kırılamayan rekorundan daha iyiydi. Ancak bu dereceyle ikinci olmak bile çirkinleştirmemişti onu. Üçüncü sırayı alan Boldon ise Johnson’ın önünde eğilerek selam vermişti.
İki farklı adam. İki farklı karakter. 1996 Atlanta Olimpiyatı’nda iki ayrı atlet tarafından kırılan iki dünya rekoruna da katkıda bulundular. Belki başka bir şampiyona olsa altın alacakları derecelerle gümüş ve bronza razı oldular. Onlar için söylenebilecek tek bir şey var: Muhteşem kaybedenler!
NOT: Bu yazı, Socrates Dergi’de yayımlanmıştır.